Der Himmel ist blau



Dışarıda ılık bir hava var,sonbahar- Roma da ise henüz ilkbahar.

Geldiğimin ilk günü kendime lengeli fötr bir şapka alıyorum.Satıcı yaşımı merak ediyor,biraz sıkılarak 25 ve 55 diyorum,bana gülümsüyor bende ona.

Yakınlarda ki bir sahaf ın önünde duruyorum.Dışarıya koymuş olduğu kitapların yanına yaklaşıyorum.Biraz sonra yanımıza birisi geliyor,italyanca konuşuyor,arkadaşım “senin şapkanı beğendi” diyor.“Lehçe den böyle mi çevirdin" diyorum ona , gülüşüyoruz.

Biz kıkırdarken yanımıza yaklaşan bayanın düzgün bir almanca ile nereden gediğimizi sorduğunu işitiyorum – cevaplıyoruz, ve kısa sürede ayak üstü bir sohbete başlıyoruz.Bizi dükkanına kahve içmeye davet ediyor,ben hemen kabul ediyorum.Bir süre oturuyoruz, edebiyat ve Milanolu Pippa ’dan bahsediyoruz.

İtalya da yağmurların ferahlatıcı bir havası var, kısa sürüyor,bunu biliyorum daha önce geldiğimde de farklı değildi.

Yağmurun hemen sonrası açan güneşle birlikte ortaya çıkan gökkuşağı….

Alle Luft ist einzigartig

Man nennt diese Wirkung verursachen, die aus der Mischung der Schein der Sonne und der Leiden der Seele : "die Gefühle in den einzelnen Wolken". Die Luft, aus der Energie der Seele eindringt und die Sonne hat einen großen Einfluss auf die Geschichte der einzelnen Person.

Derin derin nefes almak istiyorum.

Der Himmel ist blau und der Rest deines Lebens liegt vor dir.Vielleicht wär es schlau,dich ein letztes Mal umzusehn.

Yanımdan vızır vızır arabalar geçiyor,eksozlardan çıkan dumanlar havanın karbondioksit oranında bir değişiklik yapmasa da , Selbst wenn man etwa 78% diazote Volumen, etwa 21% Disauerstoff Volumen von rund 1% und Gas wie die Edelgase (hauptsächlich Argon)- motorlardan çıkan sesler kimi hassas ruhları sarsacak nitelikte.

Trafik lambalarının yanında Godot’u beklerken , ışıklarda durmamak için kimi arabaların hızlandığını fark ediyorum. Başarılı olabilenlerin sevinçlerini yüreğimde yaşıyorum.(arabalarını büyük bir hırsla süren bu insanlar dünyanın yükünü omuzlarında taşıdığına inaniyorum ben)

Karşıya geçme sırası bana geldiğinde içim burkuluyor.Bekleyen arabalarda ki hüzünlü yüzleri görmemek için başımı öne eğerek yürüyorum.Her adımım bana ayrı bir ızdırap veriyor.Yol hiç bitmeyecekmiş geliyor,karşıya geçmeyi başardığımda derin bir nefes alıyorum.Alnımda biriken terleri mendilimle siliyorum.”Bitti “ diyorum.

Bir başka trafik lambasının yanında beklemeye niyetim yok.Binince defa haritamı açıyorum.Pipomu yakıyorum bir yandan alternatif yollar üzerinde dururken diğer yandan çevreye doğal pozlar veriyorum.

Yola koyulma zamanı geliyor.Yaptığım bütün hesaplara rağmen en azından bir kez daha anayollardan birine girmek ve karşıdan karşıya geçmek zorundayız.İçimden “olsun “ diyorum.”Daha pek çok caddeler,sokaklar,parklar,kaleler,kuleler göreceğim.Beni tanımayan binlerce insanın yanından sessizce süzüleceğim”,"ben bir kelebeğim aslında" diye kendimi telkin ediyorum. Jeder Schein der Sonne fällt unterschiedlich auf jedem Winkel,der Erde schaffen Licht und Schatten auf die Bäume, Straßen, Gebäude, Autos und Menschen verlieben und leiden.

Tekrar ana yola çıktığımız da akşam oluyor.Şehrin ışıkları çoktan yanmış.

Bekliyorum ışıkların yanında,arabalar duruyor,bu sefer tüm cesaretimi toparlayıp yol boyunca arabaların durduğu yere doğru bakıyorum,yanan farlar gözümü alıyor,bu yüzden içeride oturanların yüzlerini seçemiyorum.


Tuhaf bir şey oluyor.Işıkta bekleyen arabaların yanında aniden ilk vespa beliriyor,sonra bir ikincisi ve bir tane daha,nereden çıktıklarını önce anlamıyorum.Sayıları giderek artıyor ,pike yapan stukalar gibi sesler çıkarıyorlar,sürücülerden önce taktıkları kasketler dikkatimi çekiyor,”Rayban sponsorluğunda bende bunlardan bir tane edinmeliyim” diye düşünüyorum.Vespam’ın olup olmamasının gözümde şu an için bir önemi yok .Çok geçmeden bu kasketler altındaki genç yüzleri seçiyorum.Nasıl da umut dolu bakıyorlar. Hevesliler,heyecanlılar.”İşte benim aradığım bu “diyorum .

Arkama bakmadan yürüyorum,geride bıraktığım , unutamadığım ama hatırlamadığım binlerce şey,yüzümden düşüremediğim tebessüm, zigzaklarçiziyorumkaldırımlarınüstündehızlanmadanyavaşça… -es gibt wenige Personen,wer die Augen schließen und sich vorstellen, dass unter einem Dach sich führen, mögen der Himmel klar und dunkel, die, abhängig von

Die Welt gehört dir: Was wirst du mit ihr machen?,und der Himmel ist noch blau blau blau...

*italikler "Luft bluten" dan

Kendi Yaşamının Seyircisi Olabilmek *

Herhalde şimdiye kadar birkaç yerde okumuşumdur : “İnsan aynı zamanda toplumsal bir varlıktır “

Şu ‘aynı zamanda’yı özellikle italik yazdım,çünkü sanırım insan,sürüleşmenin bir noktasından öteye geçtiğinde ‘aynı zamanda’ bölümünü gittikçe daha çok unutuyor.Günlük yaşamın sıradanlığı içerisinde artık erimeye yüz tuttuğunda,bu kez fazlasıyla toplumsallaşıp ‘aynı zamanda’ bir başka şey, üstelik çok önemli bir şey, yani kendisi olduğunu,olması gerektiğini göz ardı etmeye başlıyor.

Böyle bir göz ardı etme eyleminin tek sonucu ise,günü geldiğinde , gereksinim duyduğunda,insanın iç dünyasında sadece uçsuz bucaksız bir boşlukla karşılaşması. Montaigne’in deyişiyle ‘ kendi iç kalelerini kuramayanlar’ , günün birinde o iç dünyada sığınacak bir yer, bir güç kaynağı bulamaz oluyorlar.

Bu nedenle , kendi yaşamının da seyircisi olabilmek ve bunun için olabildiğince sık fırsat yaratmak,bana göre yaşamda olup bitenleri bilgece bir tutumlu karşılayabilmenin önkoşulu.
Çünkü ancak bu koşulu yerine getirebildiği takdirdedir ki insan, ‘ aynı zamanda bir toplumsal varlık’ olmanın gerçek anlamını kavrayabiliyor : Gerçek anlamda toplumsallaşmanın en sağlıklı yolu da , yaşamını aynı zamanda bir olarak kurgulayabilmekten geçiyor.

Üzerine düşünülmemiş, dürüstçe hesaplaşma konusu yapılmamış bir Ben ‘in toplumsallığı ,bir yanılsama olmanın ötesine geçemez.

Akla gelebilecek her şeye seyirci olmayı doğal karşılamak ama kendi yaşamımızın seyircisi olmayı genellikle hiç düşünmemek ; büyük bir olasılıkla , zaten o yaşamın içinde olunduğu düşüncesinden kaynaklanan bir tavır.Ne var ki bu, sahnedekilerin elbette sahneyi bir bütün olarak görememelerinden farksız bir durum. Oysa bunu yerine yapılması gereken ,insan kendisini zaman zaman yaşamının sınır boylarına çekmesi , olup bitenleri , bitmekte olanları hiçbiriyle özdeşleşmeksizin bir süre izlemesi.

Kendi yaşamı karşısında seyirci konumunu almak, insana her şeyden önce tüm yerleşik yargılarını, kökleşmiş düşüncelerini yeniden sınama fırsatını verir. Bu konumun ardından, bazı doğru sanılanların yanlış, bazı yanlışların da aslında doğru olduğu sonucuna varılabilir.
Değenler ve değmeyenler üzerine daha sağlıklı düşünülebilir.Ve belki de hepsinden önemlisi, güncelliğini ve önemini hiç yitirmeyecek bir konuya, yaşamın anlamına ilişkin olarak daha somut bakış açılarına ulaşılabilir.

Yaşamın anlamına gelince, kanımca bu konu ne fazla büyütülmeli ne de yaşamla bağlantısını kesecek ölçüde soyutlaştırılmalı.Bu bağlamda bilinmesi en önemli olan gerçek şu bence : Yaşamın genel anlamı diye bir şey yoktur, her yaşamın kendine özgü bir anlamı vardır ve o yaşamın sahibinin insan ve birey olmak adına asıl yapması gereken, yaşamın anlamını kendisiyle ilintisiz soyut düzlemlere sürüklemek değil,fakat kendine düzenleyebileceği yolculuklar aracılığıyla kendi yaşamının anlamına varabilmektir.

Kendi yaşamının yalnız yaşayanı değil, seyircisi de olabilmek , işte bunun için çok gerekli.

Bunu , son günlerde ben de yaptım.Yaşamakla ölmek arasında ciddi olarak bocaladığım bir geceyi izleyen günlerde.Aslında yapmadım fakat yapmaya zorlandım.Çünkü o saatleri dile getirdiğim yazımın hemen ardından, kendimi bir sevgi selinin içinde buldum.Tanıdıklarımdan ama pek çoğu da tanımadığım okurlarımdan oluk gibi akan sevgi mesajlarından oluşma bir sel. (Tanıdıklarımın bazılarına gelince, aksilik bu ya tam da o hafta yazımı okumayı kaçırmışlar!!!)

Bu selin gücüyle kıyıya itildim ve oradan yaşamımı seyre daldım

Ve aradan bir süre geçtikten sonra , şöyle demekte olduğumu fark ettim : Bir kez daha yaşamak elimde olsaydı eğer , noktasına virgülüne dokunmadan yine böyle yaşamayı seçerdim.

Ahmet CEMAL

Hayat

















Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür

Ve bir orman gibi kardeşcesine

N.HİKMET


oder

Man müßte Rentier sein und dann ganz allein in einem Walde wohnen können.

Paul Bäumer

Firenze

















Foto von Yeliz

Bölüm-5

Konuşmaya başlayalı 1,kızların pipisinin olmadığını fark edeli sadece 3 sene olmuştu. Henüz 5 yaşındaydı,ve İsviçre diyemiyordu,ama bir oturuşta bir büyüğü bitirebiliyordu.

Mutfakta oturmuş,son bir saattir kendi için hazırladığı rakı masasında piizleniyordu.Bardağında son bir yudumluk rakı kalmıştı.Onu içti,bardağını sertçe masanın üstüne vurdu.”Bu yedinciydi a.k” dedi.

İçmesi boşuna değildi.Çünkü,1 saat önce yaşadıklarını bir türlü aklından çıkaramıyordu.Tekrar hatırlamak istemediği şeyler bozuk plak gibi kafasının içinde dönüp duruyordu.Olaylar karşısında şaşkına dönmüştü,direnme gücünü kaybettiğini hissetmişti,dünyayı kaderine terk edip kendi içine kapanmış son dönem Osmanlısının
100 yıl sonra bugün,bu masada daha iyi anlayabildiğini düşündü.Sekizinci kadehi doldururken burada niye oturduğu gözündü tekrar canlanıverdi.

Bu öğleden sonra,birkaç hafta önce siparişini verdiği Dostoyevski kitaplarının kargodan gelmesine çok sevinmişti.Paketi eline alıp bir hışımla odasına koşmuş,kapıyı kapatıp ,yırtarcasına açmıştı.Kitapları eline almış tek tek kapaklarına bakmış,hafifçe onları koklamış.Kağıt kokusuyla ciğerlerini doldurmuştu.Çok geçmeden okumaya başlamalıyım diye düşündü,ve “Budala” dan başladı.Önceleri sayfaları büyük bir heyecanla geçmiş fakat zamanla yavaşlamaya başlamıştı.Çeviriyle ilgili sorunları daha ilk sayfalarda hissetse de bunun üzerinde pek fazla durmamış ama ilerleyen sayfalarda daha göze batan hatalarla karşılaştıkça bu hoşnutsuzluğu bir kırgınlığa dönüşmeye başlamıştı.Bir yerlerde durmak gerektiğini zorlada olsa kabul etmiş ama bu arada kitabın neredeyse yarısına gelmişti.Aklına çevirene bir mektup yazmak gerektiği geldi.Kısaca,bir daha böyle hatalar yapmaması konusunda onu uyaracak aksi halde bu işlerin ona göre olmadığını ve bırakması gerektiğini nazikçe ona tavsiye edecekti.

Çalışma masasının çekmecesini açıp beyaz bir dosya aldı,kalemliğinden kurşun kalemine ve silgisine uzandı.Yazmadan önce kaleminin ucunu kontrol etti,sivri olduğunu görünce yazmaya başladı.Mektubun ortalarına doğru kapısının tıklandığı duydu.Annesi gelmişti , babasının onu çağırdığını söylüyordu.İşinin bitirir bitmez geleceğini belirtti ve kaldığı yerden mektubunu yazmaya devam etti.Çok sürmeden yazdıklarını tamamladı.Çalışma masasının yanındaki dolaptan bir zarf ve bir de pul aldı.Mektubun üzerine adresini ve gönderileceği yeri yazdı.Pulu yapıştırdı.Yarın postaneye gider yollarım diye düşündü.Bir an aklına mektup göndermenin bedava olmadığı geldi.Pantolonun ceplerini karıştırdı,boştu.Diğer pantolon ceplerine de baktı,onlarda bir şey yoktu.O an büyük bir ızdırapla hatırladı ki haftalığının hepsini dün çokokremin yemeğe harcamıştı.Daha haftanın ortasındaydı ve Pazar gününe 4 gün vardı.Ama bu mektubu acilen göndermeliydi.Babasının haftalık konusundaki kesin tavrını biliyordu.Annesinin babasının sözünden çıkmadığını ve çokokrem yemenin çok zevkli bir şey olduğunun da farkındaydı.

Annesi ona tekrar seslendiğinde,babasının az önce onu çağırdığı aklına geldi.İsteksizce salona gitti.Babası televizyon izliyordu.Annesi ise bir köşede oturmuş fasulye ayıklıyordu.Babasının yanına gittiğinde,geciktiği için üzgün olduğunu önemli bir proje üzerinde çalıştığı için geç kaldığını belirtti.Babası televizyon dan gözünü ayırmadan onu dinliyordu. Bir süre böyle devam etti.Sonra babası televizyonun sesini kızdı,ona doğru döndü.”2 gün önce doğum günündü,kusura bakma herkes unuttu ama yinede nice yaşlara,ben sana küçük bir hediye aldım,annen de senin için bu akşam yeşil fasulye yapıyor ” dedi.Şaşkındı.Ailesinin doğum gününü unutması umurumda bile değildi.Alışmıştı onlara çoktandır.Asıl kendisinin nasıl doğum gününü unuttuğunu aklına erdiremiyordu. "İş yoğunluğu" bahanesine sığınacak değildi bu korkaklığı yapamazdı."Kendimle sonra hesaplaşıcağım" diye içinde geçirdi ve hemen sonra “acaba bu hediye paraya çevirebilecek bir şey mi ?”,diye düşündü.

Babası yanıbaşında tuttuğu torbadan küçük bir kutu çıkardı.Üzerinde İş Bankası yazan kutuyu oğluna uzattı.Oğlu kutuyu aldı,acele etmediğini göstermeye çalışarak açtı.Kutunun içinden bir kumbara çıktı.Kumbarayı elinde anlamsızca çevirmeye başladı.Bu sırada babasında şu sözleri işitti.”Artık trilyonlarla oynamaya alışmalısın” Babasına yüzüne avil avil baktı. ”Şimdiden mi ” diye sordu.Babası kısaca “evet” dedi ve az önce kıstığı televizyonun sesini tekrar açıp izlemeye koyuldu.

Elinde hala kumbarayı tutuyordu ve onu istemsizce çevirmeye devam ediyordu.Çok geçmeden içinde acaba para varmı diye sallamak geçti aklından.Salladı,içerden hiçbir madeni ses gelmedi.Belki de kağıt para vardır diye bir hevesle babasına sordu.Babası önce duymamazlıktan geldi.Sorusunu bu kez en yalaka ses tonuyla tekrarladığında,babası ona ”haftalığını biriktirmen için bu kumbarayı aldım ya sana ”dedi.

Ne diyeceğini bilmeden bir süre orada bekledi,sonra kalktı ve odasına geri döndü.Öfkeliydi ve bunu kontrol etmeye çalışıyordu.Kendisine sakin olması için telkinlerde bulunuyor,ama başarılı olamıyordu.İçinde artan bir sıkıntı vardı ve bu taşacak bir yer arıyordu kendine.Bir an aklına müzik dinlemek geldi.Müziğin sinirlerini yatıştırıcı etkisinden bahseden bir makaleyi seneler önce gazetede okuduğunu hatırlıyordu.Çalışma masasının üst rafında bulunan teybi açmak için aceleyle sandalyesine çıktı.Oradan da masanın üzerine şıçradı ve tam bu sırada az önce yazdığı mektubun yanında duran kaleme basıp,ne olduğunu anlamadan kafa üstü yere düştü."Ah ananı s..kiiiim " diyordu kafasını oğuştururken.Ayağa kalktı,masanın üzerine bir göz attı,kalemi ve mektubu gördü ve oradan hızlıca mutfağa koştu.

Bölüm-4


Çok uzaklarda yüksek dağların arasında,küçük bir kasabada doğmuştu.Bütün çocukluğunu ve üniversiteye kadar ki geçen zamanını burada geçirmişti. Gitmek sırası ona da geldiğinde,aklında bir gün buraya tekrar dönebilecek miyim ? diye bir soru yoktu.Bilmiyordu ve bunun için de bir endişe taşımıyordu.Kafasında olan bitenleri uzun bir süredir bir sıraya koymaya çalışıyor fakat bunda bir türlü başarı sağlayamıyordu.Bırakmıştı belkide,bıkmıştı.Yeni bir hayata yelken açtığının farkındaydı ama nedense bunun heyecanını ne ailesi ile ne de arkadaşlarıyla paylaşmaktan uzaktı.Bir süredir içine gömüldüğü porno yayınlar onu çoktan kendi çekim alanlarına sokmuş ve ona gerçeküstü bir yaşama olgusu aşılamıştı.Hatırlamak istediklerini çabukça hatırlıyor istemediklerini unutuyormuş gibi yapıyordu.

Şehirden ayrıldığı sırada, trende arkadaşlarından bazılarını görmüştü.Onlarla, aynı yere,aynı anda ve aynı trenle gitmenin tuhaf bir rastlantı mı yoksa kelebek etkisi mi olduğunu düşünmüştü.Yerine geçip trenin hareket etmesini beklerken içi çoktan sıkılmaya başlamıştı.Sanki yapmadığı planların bozulmasından korkuyor gibiydi.Trenin hareketinden az sonra,onların bulunduğu kompartımana nezaketen gidip biraz sohbet ettiğini sonrada kendine yerine döndüğünü,koltuğuna gömülüp müzik dinlediğini hatırlıyordu.Neler konuştuklarının hiç biri aklında kalmamıştı.Dinlediği şarkılardan ise sadece birinin ismini anımsayabiliyordu.Hayatın da çoktan önemli bir yer edinmiş,söz ve müziği Ümit Besen ait olan,“Bir Çılgınlık Eder Vururum Seni”.Nedense bu şarkıyı ne zaman dinlese çocukluğu sırasında yaşamış olduğu ve bir daha hiç unutamadığı bir anısını hatırlatıyordu.

Bölüm-3

Emin adımlarla tren istasyonun karşısındaki restorana doğru yürüyordu.
Sabahları 3.2 € ya güzel bir kahvaltı tabağı ve sınırsız kahve verdiklerini biliyordu.”Eğer şansım varsa cam kenarında bir yer bulurum” diye düşündü.Kafenin önüne geldiğinde saatine baktı.Saat 9 u 5 geçiyordu.”Trajik” dedi ve içeriye girdi.

Burası 2 katlı eski bir restorandı.Tren istasyonun tam karşısında olmakla birlikte ,hemen yanında Mur nehri uzanıyordu.Güzel bir barı vardı.Fakat akşamları gençler tarafından pek tercih edilmezdi.Restoranının menüsü hoştu,şehrin en büyük pizzaları burada yapılıyordu.Birkaç defa denemiş olmasına karşın,şimdiye kadar tek başına bunlardan bir tanesini bile bitirebilmiş değildi.

Şanslıydı.Cam kenarındaki masalardan biri boştu ve oraya oturdu.Çok beklemeden gelen garsona siparişini verdi ve beklemeye başladı.Siparişini beklerken,iki masa ilerisinde oturan yaşlı adam dikkatini çekti.Takım elbisesi,kravatı ve traşlı yüzüyle,sabahın bu erken saatlerinde siyah beyaz filmlerden çıkmış bir beyefendiyi andırıyordu.Bir süre onu seyretti,kahvaltısını çoktan bitirmiş gözüküyordu,önündeki gazetelere göz gezdiriyordu ve sakince kahvesini yudumluyordu.

Kahvaltısı gelmişti.İki tane sıcak sammeln,jambon,peynir,tereyağı marmelat ve kahveden oluşan tabağına büyük bir iştahla atıldı.İlk ekmeğe,önce terayağını sürdü içine jambonları yerleştirdi sonra bunları büyük bir afiyetle midesine indirdi.Kahvesinde bir yudum aldı,doygunluğun verdiği mutlukla ikinci ekmeğinin üzerine kalan tereyağını yavaşca sürmeye başladı,üzerine marmelatı ekledi büyük bir ısırık aldı tabağına geri bıraktı.Hafifçe soluklandı,başladığı işleri bitirmekte ne kadar kararlı olduğunu düşündü,ve yarım kalan ekmeği daha fazla bekletmeden yedi.Kahvesinden biraz daha içtikten sonra peynirini dişlemeye başladı.Onuda bitirdi,kalan kahvesini sonuna kadar içti ve yeni bir tane istedi.

Kahvesini beklerken çantasından yanında getirdiği dergilerden birini çıkardı.Aslında canı bir şey okumak istemiyordu,bu yüzden montunun cebindeki müzik çalara uzandı,kulaklıkları kulağına geçirdikten sonra müziği açtı ve sayfaları yavaşca çevirmeye başladı.Bir ara gözü tanıdık bir yüze denk geldi.ATV da maç yorumcusu olan Elisabeth Auer ile bir röportaj yapılmıştı.Hemen onu okumaya başladı.Röportajın ilk sayfasının sonuna geldiğin de kararını çoktan vermişti.Elisabeth,"mükemmel kadını" temsil ediyordu.Çünkü,hem seksiydi hemde futbol dan anlıyordu.Röportajın kalanını okumak için arka sayfayı çevirdiğince röportajın bitmiş olduğunu,yani sadece 1 sayfa ile sınırlı olduğunu farkettiğinde, şaşkına döndü.Devlet gibi bir kadına Avusturya gibi süper medeni bir ülkede! yapılan bu haksızlığa bir anlam veremedi.

İkinci kahvesi geldiği sırada hala dergiden gözlerini alamamıştı.Kahvesini getiren garsona teşekkür etti.Kahvesinden küçük bir yudum aldı ve kaldığı yerden dergiyi karıştırmaya devam etti. Şimdi,turistik olduğunu düşündüğü bir şehirle ile ilgili, bir tanıtım yazısına bakıyordu.İlk paragrafı bitirdiğinde,gözü şehrin fotoğraflarına doğru kaydı bu sırada kulaklarında Ümit Besen'in en sevdiği parçası çınlamaya başladı ve farkında olmadan kendi doğduğu şehir aklına geldi.

Bölüm-2


Daha önce perdeleri çektiği için oda karanlıktı.Işığa ihtiyacı vardı.Elektrik kutusunu ulaşmaya çalışırken dizini sehpaya çarptı sertçe.”Hay a.q “ dedi, büyük bir içtenlikle.Canı sıkılmıştı ama,yine de bu acı verici tecrübe onu amacından vazgeçirmeye yetmemişti.

Işığı yakmayı başarmıştı sonunda,sevinçliydi.Zafer hanesine yeni bir tane eklemişti.Fakat bu mutluluğu uzun sürmedi.Tekrar acıktığı aklına geldi ve hiç istemese de,tren istasyonun yakınındaki kafeye gitmeye karar verdi. Yağmurluğunu sırtına geçirdi, sırt çantasına kafeteryada belki bir şeyler okurum diye bir kaç dergi koydu ve çıktı odasından.Fakat az sonra tekrar geri döndü oraya. Müzik çalarını unutmuştu. Onu aldı,montunun cebine yerleştirdi, ve tekrar yola koyuldu. Yürürken müzik dinlemeyi seviyordu. Tercihi Bülent Ersoy dan yanaydı son zamanlarda.Çünkü yol şarkılarının en güzellerini Bülent söylüyordu ona göre.

Niyazi Fenomen'nin İlginç Hikayesi-Bölüm 1

Çoğu insanın evinden çıkmayı tercih etmediği, yağmuru sevenlerin ise sokaklarda çılgınca fink attığı bir gün yaşanıyordu dışarıda.

Pencerenin kenarında sessizci durmuştu, camdan bir süre dışarıyı seyretti. Yağmur biraz yavaşlamıştı, yağmur tanelerinin artık cama vurduğunda çıkardığı sesi duymuyordu. Karnı acıkmıştı ama bir türlü dışarı çıkmaya karar veremiyordu.Odasının için de bir tur döndü, durdu.Az sonra yavaş adımlarla çalışma masasına doğru yöneldi. Çekmeceyi açtı hesap makinesini aldı.”Şimdi oldu” dedi. Elinde hesap makinesi, bir de böyle bir tur attı. Fakat bir sonuç alamadı.

”Son defa deniyorum” dedi ve bilgisayarının yanına geldi. Bir şeyler dinlemeye ihtiyacı vardı. Sabah için ne iyi gider diye düşünüyordu albümler arasında dolaşırken, gözü bir ara Komutan Uçan Tekmeye, oradan da “Hurdacı Muharrem” e gitti. Çok geçmeden ”Hurdacı Muharremi” dinlemeye karar verdi. Pencerenin kenarına tekrar geldiğin de, şarkı henüz yeni başlamıştı.Melodi kısa sürede üzerinde etkisini gösterdi. Farkında olmadan ayağıyla tempo tutuyor kafasını bir sağa bir sola sallıyordu. Az sonra camın kenarında olduğunu hatırladı ve bu hareketleri aniden kesti. Şimdi elini çenesi koyup kendisine “düşünüyor” pozu vermeye çalışıyordu. Aslında aklında hiçbir şey yoktu. Fakat yinede bu pozisyonunu bir süre daha korudu. Çünkü karşı binadaki “taş parçası” ona bakıyor olabilirdi. Poz yapmak için elinde gerçek bir sebep vardı ve o bunu sonuna kadar kullanmakta kararlıydı.

Biraz bekledi.Aklından şimdi ona bakıp bakmamak geçiyordu. Bir anlık tereddütten sonra kafasını kaldırıp baktı. Oradaydı işte. Hemen kafasını başka tarafa çevirdi. Elinden geldiğince kendisine kuşları böcekleri izliyorum, yola bakıyorum, yoldan geçen arabaları sayıyorum havası vermeye çalıştı. Az sonra içinden “Çok mu belli oldu acaba” diye geçirdi. Ama bir kez daha kafasını çevirip de o tarafa da bakmadı. Arkasını döndü,yanıbaşında ki su perisinin kulağına "farklılıkları kucaklamanın bizi zenginleştireceğini" fısıldadı,ve karanlığın içine doğru yol aldı.