Icimizdeki Seytan

Icimizde seytan yok...Icimizde aciz var...Tembellik var...Iradesizlik ,bilgisizlik ve bunlarin hepsinden daha korkunc bir sey : hakikatleri görmekten kacmak var.Hicbir sey üzerinde düsünmeye,hatta bir parcacik durmaya alismayan gevsek beyinlerimizle kullanmaya lüzum görmeyerek nihayet zamanla kaybettigimiz bicare irademizle hayatta dümensiz bir sandal gibi dört tarafa savruluyor ve devrildigimiz zaman kabahati mechul kuvvetlerde,insan iradesinin üstünde tesirlerde ariyoruz.

Sebahattin Ali
Icimizdeki Seytan (262-263)

Farkli olmak istiyorum.Bunu yillardim dile getirir dururum , ama gereken sartlari bir araya getirip bir türlü gercek anlamda calismaya koyulamam.Sonrada sikayet ederim,sartlardan yakinirim (cevre sartlari haric) ve kendimi avuturum.

Anladim ki sabitlesmis seyleri degistirmek cok zor.Tonlarca disiplin gerekiyor.Yasamim eger beni hedeflerime götürüyorsa zaten bunlarda bir degisiklik yapmamin bir lüzumu yok.Ama simdiye kadar yaptiklarim beni önceden hayal ettiklerimi götürmekten uzaksa ve hala kolay olani tercih edip bunu yapmakta diretiyor,kendimi bile bile delirmeye itiyorsam...Sorunda cevapta bendedir

Punkt


Bloglar arasında dolaşmayı seviyorum.Özellikle izledikleri filmleri,okudukları kitapları ve dinledikleri yeni müzikleri uzun uzun anlatan kişilerin bloglarını.İnsan fikir sahibi oluyor.Ben de öyle bir şey yapmak isterdim diyemem,çünkü izlediğim pek de fazla yeni film yok,okuduklarımı buraya yazmaya üşeniyorum ve yeni dinleyip de beğendiğim müzikleri ise zaten goodmusicbox da paylaşıyorum.

Okuduğu kitaplardan bahsedenlerini bloglarında gezinirken çoğu zaman garip bir ikilem yaşıyorum.Yeni yazarlar keşfetmek tabiki iyi.Ama zaten satın alma listemde bekleyen 200 e yakın eser varken,keza yine odamın raflarında duran,ve benim ara ara okumaya fırsat bulduğum bir ton kitap dururken,bu öğrendiğim yeni yazarların eserleri okuma yükümü artıyor.Gerçi keşke her yük böyle olsa diyorum ama, benim gerçekten meşgul olmam gereken alan içi okumalar da pek ertelemeye gelmiyor.

Alan için okumaları romanlar gibi de yapamıyorsunuz.Okuduklarınızı anlamanız gerek,onları sindirmelisiniz ki, başka zaman konunuzla ilgili bir başka kitap okurken arada bağlantı kurabilesiniz,ya da yine alanınızla ilgili bir konferansı veya sunumu dinlerken onu kopmadan takip edebilesiniz.

Bundan 3 sene önce okuduğum C.P.Snow'un İki Kültür isimli kitabı aklıma geliyor.Snow sosyal bilimciler,doğa bilimcileri arasında ki iletişim kopukluğu üzerinde duruyor ve bu iki dalın bilim insanlarının bir ortak paydada kesişmesi konusunda bir tartışma başlatmaya çalışıyordu.Snow'un kitabı yayınlanalı 50 yıl oldu ama ne bu aradaki uçurumu değiştirecek reformlar eğitim sisteminde yapıldı ne de bu konuyu daha derinlemesine inceleyen ve çözüm önerileri üzerinde duran araştırmalar.

Olayı kendi açımdan baktığımda gerçekten zor bir durumla karşı karşıya olduğumuzu görüyorum.Bir üniversiteli olarak öncelikle mesleğinizi iyi öğrenmememiz gerektiği kuşku götürmez,bu yüzden alanımızla ilgili süreli,süresiz yayınları takip etmek mecburiyetindesiniz.Bunun dışında kalan vaktimizde de ilgi alanlarına göre okumalar yapmak yararımıza olsa da, yoğun ders programları altında ezilen öğrenciler için zaten mesleki yayınları takip etmek yeterince eziyetli bir işken , bunun dışında okumalar yapmak çoğu zaman angarya olarak algılanıyor.

Çözümsüz bir durummuş gibi gözüküyor.Oysa öyle değil.Okumak için zaman yaratmak istiyorsak, her gün göze çarpmayan ya da ziyan edilen zaman parçacıklarını peşine düşüp onları bir zaman örgüsü biçiminde okuma eyleminin buyruğuna vermeliyiz.

Ancak bu şekilde "uygar insan" olma yolunda ilerleyebiliriz.Çünkü uygar insan yaşamın kendisini ilgilendiren,daha da önemlisi ilgilendirmesi gereken bütün alanlarda fikir sahibi olmayı kendine hak gören insandır.Yaşamımıza ancak böyle sahip çıkabiliriz,aksi takdirde kendini yaşam boyunca bir akışa bırakanlardan birisi olmamız kaçınılmazdır.Bu ikincisine kendine kaptıranlar hiç bir zaman özgür de olamaz.Çünkü özgürlük kafamızın içinde içeriği ve sınırları iyi belirlenmemiş , bulanık bir kavram niteliğiyle kaldığı sürece,sahip olmak istediğiniz özgürlüklere ilişkin bütün dış engeller kalksa bile özgür olamayız.İnsan ancak iç dünyasında düşünce temelinde geliştirebildiği ve onu bilince dönüştürebildiği takdirde dış dünyada özgür olabilir.

Şu açık ki geleceği yönlendirilebilecek tek kesim,ancak gençliğin bilmeyi kendine sorun edinmiş kesimidir,çünkü bunun dışında kalan kesim "diploma" adı altında resmi belgeleri ne kadar gösterişli olursa olsun,ancak zaten var olan ve hiç bir şeyi değiştirmeyen,değiştirmeye de pek niyetli olmayan sürüden biri olmaya adaydır.

Bizim ülkemizin kimlere ihtiyacı olduğu ortadadır.

Romantic Truck

Lise yıllarımdan beri yalnız yaşamayı hayal ettim.Kendim için küçük odalar tasarladım.O küçük odaların içlerini kitaplar,plaklar ve eski mobilyalarla doldurdum.Kiralarını ödemek için küçük işlerde çalışmayı düşledim-2 yıl önce bu hayalimin bir kısmı gerçekleşti.

Şu an balkonda dikilmiş sigara içiyorum.Hava kapalı,yağmurlu.Bir kaç gündür küçük Londra gibiyiz.İşim bittiğinde odama dönüp kocaman minderim üzerine oturup,pikaba yerleştirdiğim bir
Debussy plağını dinlemek isterdim ama,bunun yerine bir kaç gün sonraki sınavım için çalışmaya dönmek zorundayım.Tıpkı bundan 3 saat önce yaptığım gibi.Bu yüzden ikinci bir sigara sarıyorum kendime ve masamın başına dönmeyi 5 dk kadar daha erteliyorum.




Arbeitstisch



















Bazen kendimi sözde 24 saat bana yetmiyor diye kandırıyorum.Oysa bir gün 100 saat olsa,eminim ben yine önceki verimsizliğinden farklı bir şey yaşamam.

Cehov Okumak


Her konuda hikayesi vardir Cehov`un.Bir sey yasayipda onun hikayesini Cehov`da bulamiyacaginiz bir durum neredeyse yok gibidir.Cehov anlatilmasi mümkün olmayan seyleri cok kolay bir sekilde ifade eder ve hissettigimiz , aslinda icimizde cokdan beri olan varligini bildigimiz ama hic bir zaman kelimelere dökemedigimiz seyleri bir anda apacik hale getirir.Aklimda önceleri onun hakkinda okudugum bir hikaye var.Cehov,Gorki ve Tolstoy yazlik bir yerde bir araya gelir ve eglence olsun diye aralarinda denizi tasvir ederler.Gorki,"deniz söyle köpürür böyle bögürür" tarzi seyler söyler.Tolstoy denizi "kadin gibidir" diye tasvir eder.Cehov ise,"Deniz engindir" der.

Sanal İnsan

Neredeyse bütün boş vaktini sanal bir ekran karşısında geçiriyor.Gazeteleri oradan okuyor, mesajlarıni oradan yolluyor.Arkadaşlarıyla buluşma planlarını orada kararlaştırıyor.

Gülmek istediği zaman youtube'a gevşemek için youporn'a bakıyor.

Çok ilginç bir hayati olduğunu düşünüyor , bu yüzden ayrintıları oradaki sosyal arkadaşlık sitesinde paylaşıyor.

Zekice fikirlerini max 140 karakterle anlatıyor.

Bir hobisi var o da başkalarının adına düşünmek.Çünkü herkesi kendi gibi görüyor.Aksi tartışma konusu olamaz.

Ondan kaçmak mümkün değil.Alıcıları çok kuvvetli.Hemen anlıyor.

Bazen sinirleniyor.O zaman size BÜYÜK HARFLERLE ÇIĞLIKLAR ATIYOR. Mutluyken cümlerinini smileyi ile süzlüyor :=) , eğer bir şey vurgulamak istiyorsa
kalın harfler kullanıyor.

Aslında bir sorun olduğunu biliyor ama her defasında onun yönünü değiştiriyor . Onu erteliyor.

Geleceği parlak !

Yeni perdeler, çizmeler , kocaman çantalar,mutfak takımları , helikopterler ve antideprasan ilaçlar onu bekliyor.

Pearl Jam Üzerine

Bundan tam 9 yıl önce Pearl Jam Roll'e kapak olmuştu.Bende böylece ilk defa Roll magazin almıştım.

Binaural sonrası verilen röportajlardan birini Roll çeviri olarak yayınlamıştı.3-4 sayfalık bir röportajdı.Senenin 2000 olduğunu göze alırsak ve o günlerin taşra şartlarında sevdiğimiz gruplar hakkında ki bilgilere anca Türkiye’de yayınlanan ve o zaman için sayısı bir kaçı geçmiyen müzik dergilerden alabildiğimizi düşündüğümüzde ,bu 3-4 sayfalık röportaj bizim gibi genç jammerlar için gayet doyurucu olmuştu.

Ben bu röportajı en son birkaç gün önce tekrar okudum.Röportajın genelinde hakim olan hava,grubun gittikçe aleni olana itibar etmeyeceği,popülerlikten kaçacağı,sadece istedikleri müziği yapacakları ve fanları Binaural'da olduğu gibi bundan sonrada çıkaracakları albümlerle biraz zorlayacakları yönündeydi-sonraki 9 yıl içinde yaptıkları, bu dediklerini yalanladı.

Nerde ise Pearl Jam‘e 2006 ya kadar toz kondurmadım.Ama kötü bir Riot Act dan sonra gelen,ve yine iyi bir albüm olmayan self titled Pearl Jam albümü çıkınca,bendede onlara karşı hafif bir isyan belirmeye başladı.

Hayır tabi ki sorunum klip çekmeleri, boktan albüm kapakları ya da Eddie’nin defteri ve şarap şisesiyle poz vermesi değildi.Bunları evet salakça buluyordum ama diğer yandan onların bunları dalga geçmek için yaptıklarını düşünüyordum.Benim sorunum sadece albümlerde ki özensizlikti.Her jammer fark etmiştir ki,ilk 6 albümün müzik kalitesi ne Riot Act de ne de sonraki albümlerde yok.

Diyebilirim ki Binaural’ın da dahil olduğu döneme kadar olan albümlerde ki şarkıların en sıradanı bile sonrasında çıkardıkları albümlerde ki şarkıların en iyi gözükenine göre 2-3 gömlek daha üstündür.Zaten konserlerin playlistlerine baktığımızda da bu anlaşılıyor.Yeni albümlerinden 1-2 şarkıyı çalıp, gerisini eskilerden götürüyorlar ki, seyircide zaten eski şarkılarla coşuyor.Şundan eminim ki konserlerinde ne Riot Act den ne de Pearl Jam-Pearl Jam den bir şeyler çalmasalar kimse rahatsız olmaz.

Mesela benim gittiğim Berlin konserinde durum bundan farklı değildi , setlist de Riot Act den hiç şarkı yoktu,self titlede Pearl Jam albümünden ise sadece 2 şarkı çaldılar,1 tane de yeni albümden.

Ve nihayet bir kaç hafta önce Backspacer'ı çıkardılar.Yine Riot Act'den beri tutturdukları formülle, bir kaç hızlı hafif punkrock vari şarkı, sonra yavaş şarkılar.Şimdiye dek 3-4 defa dinledim ve yine söyleyebilirim ki kalitesi yayınladıkları ilk 6 albüme göre düşük.Got Some ve Fixer ya da Just Breathe gibi şarkılar elbette dönecektir bir süre, ama hiç bir zaman aklımızda eskiler gibi kalıcı bir yer edinmeyecek.

Belki orta yaş krizi yaşıyorlar.Sonuçta Backspacer bence Binaural sonrası yayınlanan 3 kötü albümün en iyisi,her ne kadar aslında pek emin olmasam da bir sonraki albümün daha iyi olabileceğini düşünüyorum.Eddie'nin solo çalışması gayet iyiydi.Grubun diğer elemanları da bildiğimiz kişiler ki,daha önceki başarılı albümleri onlar kaydettiler.Jack Irons dan sonra gelen eski Soundgarden davulcusu Matt Cameron'ı ben hala pek tutmasam da,son albümler deki başarısızlığı ona bağlayanlardan değilim.

Bir sonraki albüm eğer dağılmazlarsa 50 lerine geldiklerinde çıkacak.Ben de o zamanlar belki 30 olmuş olacağım-umarım iyi olur ve umarım ben tekrar Avrupa’yı ziyaret ettiklerinde (gönül isterki Türkiye'ye de gelsinler) onların herhangi bir konserlerine gidebilirim.



Bu noktada eğer albümlerini bir kenara bırakırsak konserlerinin çok eğlenceli geçtiğini söyleyebilirim.(az önce bahsettiğim Berlin konserin de 30 küsür şarkı çalıp , 2.5 saate yakın sahnede kaldılar.Eddie'nin bir kez bile ne detone olduğunu ne de sesinin kısıldığına sahit oldum ki , bizden bir kaç gün önce Hollanda konserleri vardı . 2 gün sonrada Londra konserleri. Eleman cidden çok sağlam bir sese sahip..:) Özellikle benim gibi biraz şanslıysanız ve italyan jammerla tanışma fırsatını yakaladıysanız daha da..

Bir Yarışma*

Sultanahmet'te Yeşil Ev denen,turistik bir yerdeyiz.İstanbul Belediyesi ile Günaydın gazetesinin ortaklaşa düzenledikleri öykü ve şiir yarışmasının seçici kurulu toplantısında.Sevdiğim saydığım insanlarla bir aradayım:Cevat Çapan,Mehmet Başaran,Hilmi Yavuz,Demirtaş Ceyhun,Tarık Dursun,Zeyyat Selimoğlu var yanımda yöremde.Günaydın gazetesinden Özay Erkılıç'la Hamit Kınaytürk bize eşlik ediyorlar,sevgi ve saygı ortamında.

Şiir ve öykü yarışmasını değerlendirkten sonra Yeşil Ev'in ancak konuk olarak katılabileceğimiz nefis sofrasında yerlerimizi aldık bir şölen havasında.

Hilmi Yavuz,bir soru attı ortaya,toplantıya tat tuz katarak.Sorun insanları değerlendirme sorunuydu.Ölçü ne olacaktı ? Yani güven ölçüsü.Cevat Çapan'la ben insan ilişkilerinde,on üzerinden on,güvenle başlamaktan yanaydık.Hilmi Yavuz'sa sıfırdan başlamak yanlısıydı.

Ben,oldum bittim,rastladığım insanları,on üzerinden on güvenle karşılarım,kendimden kıl payı ayrılık gözetmeden.Ondan başlayıp sıfıra indiğim olmuştur,olabilir de.Ama bu beni düş kırıklığına uğratmaz hiç bir zaman.Sait Faik bu bakımdan çok hoş görülüydü.Bir insanın ihanetine uğrayabilirdi ama, helal olsundu. Başka insan ilişkilerini etkilemezdi bu.Bir kişiden kazık yiyebilirim ama, başka insanlarla ilişki kurmama engel olmaz bu,diyordu, ya da demek istiyordu.

Doğu insanı kuşkulu insandır.Babana bile inanma der.Alın size Mevci'den bir öğüt:

Ta ezelden beri böyleydi adet
Dost dostu yan baştan atar demişler


Ya bu atasözüne ne demeli ?

Güvenme dostuna/Saman doldur postuna


Bir de Sümmani'yi dinleyelim

Fırsatını bulsa ipini çeker
En iyi dostundan sakın sen seni


Şimdi gelin de , bir Batılı'ya kulak verelim.Batılı'nın en tok sözlüsüne,Bernard Shaw'a : Bir insanı doğru yapmak istiyorsanız ona güveniniz ; düzenbaz yapmak istiyorsanız güvenmeyiniz ona.

Her şey güvenle başlamalı.S.Eyuboğlu'na öykünerek şöyle diyorum ben :

En az iki kişinin birbirine güvendiği yerde uygarlık başlar.

Vedat Günyol
Haziran 1988 başları

Dönüş Yolu

Bu resmi Cenevre'den dönerken trenden çekmiştim.Aradan bir buçuk yıl geçti.Oradayken çektiğim fotoğraflar ve bu fotoğraf sipariş üstüneydi,ama ben bunu severek yapmıştım.

İstanbul da ki son haftamda aklımda bir dönüş yazısı yazmak vardı.Kendi kendine kafamda gelişen ve her gün üzerine yeni bir şeyler eklenen bu yazı,bence en son hali ile de gayet komikti.Ama her zamanki gibi üşengeçliğim baskın çıktı ve ekran karşısına geçip yazmak istediklerimin hiçbirini buraya kaydetmedim.

Sonuç olarak geriye sadece benim dönüş yazısının başlığı kaldı.

Dönerken uçakta Vedat Günyol'dan Yine de Yaşarken’i okuyordum.Bundan yaklaşık 20 yıl önce Milliyet sanat ekinde ve Cumhuriyet'te yazdığı yazıların bir kısmının alınarak oluşturulmuş bir kitap.Oradan az sonraki ileti için kullanacağım ve noktasına virgülüne karışmadan yayınlayacağım "Bir Yarışma" yazısını okurken aklıma online arkadaşım geldi.

Kendisi genelde içinde yaşadığı fırtınaları hep tsunamilerle karıştırır.Önce "ben" demeyi veya "ben" olmayı şimdiye değin beceremediği için bazı günlerinde "dünyanın sonu geldi,napacığım ben" derken çoğu zaman ise aklından "hayat ne güzel, ne muhteşem" diye geçirir.Sanırım son günlerinde ki modu "life is bitch".En azından şimdiye kadar yazdıklarından, bu son zamanlarda ki sessizliğinden benim çıkardığım bu.

Dilerdim ki hayata karşı kimi zaman aksatarak yaptığı,kimi zaman ise yapmayı aklına bile getirmeyi tercih etmediği ödevlerin yerini,ona profesörlerinin verdiği ve onun her zaman büyük bir başarıyla tamamladığı ödevler tutsa.

Dilerdim ki yüzü her zaman gülse,ve bunu başarırken içinde her hangi bir kuşku olmasa.


Ve dilerdim ki,keşke bir yerde bitseydi.Ve böylece, en azından benim ona baştan yüklediğim değerler tükenme noktasına gelmezdi.Onun için artık günlüğüme "yokluğunu aramıyorum,varlığından ise usanmıyorum" diye yazmazdım.

Dahası buraya bir şeyler ekleme gereği duymazdım.Aber das war der einzige Weg,dass sie und ihre Generation fassen können.
Her bireyin belirli özellklerinin olduğu iyi veya kötü , zeki veya aptal , enerjik veya uyuşuk olduğu yönünde yerleşmiş yalnış bir inanç vardır.Gerçek böyle değildir.Her fert az çok iyi,az çok zeki,az çok uyuşuktur.Yoksa falanca filancaya iyi,kötü demek doğru değildir.Bu zemide insanlar ırmaklara benzer.Su her yerde birdir ama özellikleri aktığı yere ve zamana göre değişir.Bazen genişler bazen daralır.Bazen berrak , bazen bulanık akar.Bazen ılık bazen soğuktur.Her insan üzerinde insanlara özgü bütün niteliklerin tohumlarını taşır.Bazen bu tohumlardan falan filan tutar,açılır serpilir ve diğer bir kısmı olduğu yerde örtülü kalır.

Diriliş
Tolstoy

2

Psikiyatri servisinin karşısında ki parkta oturuyorum.Arkamda göğüs hastalıkları binası uzanıyor.Onu bekliyorum.Viziteden çıkmasına henüz bir yarım saat var.Ben ise 2 saattir buradayım.

Buraya ilk geldiğimde , önce İç Hastalıkları ve Merkez Labarutuvarın olduğu binaya girmiştim.Polikinliklerin önünden geçerken boş oturma koltuklarına göz atıp, dermatoloji kliniğinin bekleme odasında kendime bir yer bulmuştum.Belki bir yarım saat sonra buradan kalkıp göz hastalıklarının dışındaki taburelere yasladım sırtımı. Tekrar dışarı çıkmadan önce ise alt kata , tahlil yaptırmak için bekleyenlerin yanına indim bir süreliğine.

Eski bir alışkanlık bu bende . Paşa da yaşarken de gelirdim buraya.İnsanları, yardıma ihtiyacı olan insanları seyrederdim saatlerce. Başlarda hepsinin çok masum olduklarını düşünürdüm,sonraları ise bunun mümkün olamayacağını aklıma kazıdım.Kendimce insanımızın kodlarını çözmeye koyulduğum anlar oldu.Öyle geçici bir şeyde değildi . Başarabileceğimi inanıyordum.İsmail Cem'den , Doğan Avcıoğlun'dan heves aldım.Alev Alatlı'nın işaretiyle Cemil Meriç'i ciddiyetle okudum ve yazdıklarının "boş" olduğuna karar verdim.

Sonunda yine kendi başıma kaldığım bir anda devlet hastanelerinin bahçesinde , bekleme salonlarında ya da hasta odalarında ilk dikkatimi çeken şeyin ne olduğunu fark ettim . “Yokluk”. Varsa yoksa "yokluk" göze çarpıyordu oralarda.

O yokluk insanları uçuruma sürüklüyor, tabiatlarında ki zehiri ortaya kolayca saçıyordu.O yokluk bir çoğunun onurunu ayaklar altına alıyor,hak etmedikleri davranışlara maruz kalmalarını neden oluyordu.O yokluk bu insanlara boş vermişliğe ve umutsuzluğa gebe ediyor , onları sisteme midesinden bağlıyordu.

Gelmesine az bir zaman var . Posta kutuma düşen mektubunu tekrar düşünüyorum.“Eve döndüğünde buluşalım “ . 5 yıl sonra ve ilk defa . Aklımda çoktan unuttuğum , ya da unuttuğumu sandığım şeyler var . Geride kaldığını düşündüğüm , ve benim için önemi yitiren,devam eden hayatımda artık bir yer işgal etmeyen şeyler . Peki burada napıyorum ben ? Geçen haftadan beri beni heyecanlandıran neydi ? O telefon konuşmaları ? "Ben de seni özledim bebeem" demeler.Boş bir heves .Buraya gelene kadar fark etmediğim boş bir heves.

Yerimden kalkıyorum ve Yusufpaşaya doğru yürümeye başlıyorum. İçimde beni kesin anlar umudu var . Bu yüzden telefonumu kapatıyorum . Laleliye varana kadar berbat bir suçluluk duygusu benliğimi sarıyor.Hislerimi hafiletmek için ara sokaklara dalıyorum.Beyazıt'a ulaşana kadar üzerime hafif bir rahatlama geliyor , ama yeterli değil . Sonra bir an aklıma bana şimdiye kadar “sen adam olmayacaksın” diyenlerin boğazını sıkabileceğim fikri geliyor. O nasıl bir ferahlıktır öyle . Hemen Sultanahmette ki bir çay ocağına oturuyorum ve not defterimi çıkarıp bir liste yapmaya başlıyorum . Başlık "götoşlar" ...

Temmuz 2010
İstanbul

Der Schwarze Obelisk*

Neyin doğru neyin yanlış olduğunu sadece tanrı bilebilir. Ama oda tanrı ise zaten yanlış doğru diye bir şey yok demektir. Tanrı her şeydir ve her şeyde tanrıdır. Onun dışında olabilecek bir şey var olabilmiş olsa idi,ancak bu yanlış olabilirdi. Fakat tanrının dışında ya da karşısında bir şey var olabiliyorsa,o zaman tanrıda sınırları belirtilmiş bir tanrı olurdu.Sınırlandırılmış bir tanrı ise artık bir tanrı değildir.Öyleyse ya her şey doğrudur ya da tanrı yoktur.

Remarque

Okuma Üzerine


"Okunacak ne kadar çok şey var."

Herhalde bu sözleri zaman zaman okuma eylemini hayatının ayrılmaz bir parçası haline getirenler kendilerine tekrarlar.

Okul zamanı ders yoğunluğunu bahane ederek çoğu zaman ertelediğim Türkçe

okumalara, geç de olsa tatilimin başlamasıyla tekrar geri döndüm.Belli bir hedefi olmadan ve önceliği en çok merak ettiklerime vererek başlayan bu süreç , eve gelişimin 2.haftasıyla birlikte daha önce sipariş ettiğim kitapların bitmesiyle yine bilindik bir çıkmaza girdi.

Bundan sonraki soru, acaba bir önceki okuduğum kitaplardan öğrendiğim ve merak ettiğim yazarların kitaplarıyla mı devam edeceğim? Yoksa sırayı bu sefer tamamıyla kütüphanemde bekleyen sayıları artık 50 leri bulan daha önce bir hevesle alıp sonra sıra gelmediği, için okunmadan kalan kitaplara mı vereceğim?

Ve ya ; yukarıda yazdıklarımı bir kenara bırakıp-süper olan almancamın sadece iyi düzeye inmemesi için !!! almanca roman okumaya mı geri mi döneyim?


gut besser Gösser

Böyle durumlarda şimdiye değin ben üçünü de yaptım. Hem yeni kitaplar aldım, hem kütüphanemde bekleyenlerin bir kısmını devirdim, hem de araya bir kaç almanca roman sıkıştırdım.

Peki, sonuç ne oldu?

Hiç bir zaman tam olarak bitmeyecek tatminsiz bir ruh halinin elde edilmesinden fazlası değil.


Sanırım okuma eylemini heyecanlı ve sonsuz kılanda bu işte.



3

Kendi kendime planlar yapıyorum.Farkettim ki, ne kadar çok planım varsa o kadar çok boş oturuyorum.Boş oturduğum zamanlar da ise yeni planlar yapıyorum.Planlarım birikiyor. Ama icraat çok yavaş.(oysa ; "alles ist Vormachen" ) Bir bakıma Türkiye gibi aslında. Nasıl orada yıkama yağlama olmadan her şey çok yavaş ilerliyorsa , ohne ordentlichen Geschlechtsverkehr lauft alles bei mir auch langsam.



Bölüm-7 (Eylem Planı)

Aşağı yukarı 1 yıl kadar önceydi.Henüz konuşamadığı zannediliyordu.Oysa doğduğu andan itibaren, üzerine düşünülmemiş ,dürüstçe hesaplaşma konusu yapılmamış bir “Ben” in toplumsallığının bir yanılmasının ötesine geçemiyeceğini fark ettiğinden ; çoktan kendi yaşamı karşısında seyirci konumuna geçmiş-iki yaşına kadar yani doğru düzgün yürüyüp konuşabileceği yaşa kadar, her gün neredeyse yeniden bütün kökleşmiş duygularını bazen bakıcısının bazen ise annesinin gözetiminde bebek arabasıyla yapılan park gezilerin de tekrar tekrar deneme fırsatı bulmuştu.

Onlardan farklı olduğunu anlamasına doğuştan aklına yerleşmiş olan değerler yardım etmişti.Ailesine göre “okuyup adam olma” ‘nın , sadece bir diploma sahibi olmaktan ibaret olduğunu anladığın da , onlar için içinde beslediği son umut tanelerini de kaybetmişti. Ne şimdi ne de sonrası için ailesi ile pek de paylaşabileceği bir şey olmadığını henüz yaşama adım attığı ilk yıllarda keşfetmiş olması,önceleri iki yaşın verdiği duygusallıktan biraz ağırına gitsede,sonraları ileride de kendi kendine sık sık tekrarlıyacağı şu sözleri ; ”bir ideale bağlı kalmak hiçbir sebeple ondan fedakarlık etmemektir” etmiş ve işlerine geri kaldığı yerden yenilenen motivasyonu ile devam etmişti.

Ailesi tabi ki onun aklından neler geçtiğinin farkında değildi.Günlük yaşamın olanca rutinine kaptırdıkları hayatlarında kendileri dışında gelişen yaşamlara bir sıkımlık tıraş köpüğü kadar değer verdikleri için ne onun konuşmamasının bilinçli bir tercih olduğunu anlayabiliyorlar , ne de kafasın da yavaş yavaş oluşmaya başlayan eylem planlarının farkına varabiliyorlardı.

Şimdiye dek onu küçük şehirlerinde neredeyse bütün çocuk doktorlarına götürmüşlerdi.Her defasında yapılan sıradan tetkikler sonrasında doktorların vardığı sonuç da hemen hemen bir birinin aynısı idi.

”Fiziksel bir sorunu yok siz en iyisi onu bir psikiyatrisi götürün” .

Onun dışında evde herkes bu durumdan endişe ediyordu.Bir yandan nineleri söz birliği etmişçesine “bir hocaya okutalım-bak görürsün bişeyciği kalıyor mu” derlerken, babası herkesin içinde, (bazen yanın da oğlu bile varken ) ciddi ciddi oğlunun aslında geri zekalı olabileceği konusunda endişelerini dile getiriyordu.

Annesinin akşamları yatmadan önce getirdiği bir bardak ılık sütü içerken ona nasıl acıklı bir şekilde baktığı bugün bile hatırlıyordu.Kimi zamanlar göz yaşlarını tutamadığını ve bir şeyler demeden odadan koşarcasına çıktığı anları gözünün önünde canlanıveriyor,bazen de aklından yavşak kocasının dediklerine inanıyor mu acaba diye geçirmeden edemiyordu.

İşte yine böyle akşamların birinde annesinin evde olmadığı bir sırada (hastalanan görümcesine yengesiyle beraber bakmaya gitmişti ) yatmadan önce içtiği ılık sütü hazırlamak bu sefer babasına kalmıştı…

Müziğin Budalası

1972'de Çek pop müzik şarkıcısı Karel Gott daha çok para kazanmak için gittiğinde Husak korkmuştu.Frankfurt'a ona hemen kişisel bir mektup gönderdi.Bu mektupda yazdıklarını hiç bir şey uydurmadan satır satır aktarıyorum.

"Azil Karel size darılmış değiliz,dönün rica ediyorum.Sizin için ne isterseniz yapacağız.Size yardım edeceğiz.Siz de bize yardım edeceksiniz."

Bir an şunu düşünün Husak gözünü bile kırpmadan doktorların,gök bilimcilerin,sporcuların,sahneye koyucuların,kameramanların,işçilerin mühendislerin,mimarların,tarihçilerin,gazetecilerin,yazarların,ressamların yabancı ülkelere sığınmalarına izin vermişti.Ama Karel Gott'un ülkeyi terketmesi fikrine katlanamıyordu.Çünkü Karel Gott belleği olmayan bir müziği temsil ediyordu,bu müzik Beethoven ile Ellington'un kemiklerini ve Palestrina ile Schanberg'in artıklarını örtmektedir.

Unutuşun başkanı ile müziğin budalası birbirlerine eşlik ediyorlar.Aynı eseri yaratmak için birlikte çalışıyorlar."Biz size yardım ederiz,siz bize yardım edersiniz" Birbirlerinden vazgeçemiyorlardı.

Gülümseyişin ve Unutuşun Kitabı
Milan Kundera

Göreceli Faşizm

Kaldığınız yurdun mutfağında yemeğinizi hazırladığınız bir sırada birisi ile tanışıyorsunuz.Adının “A” olduğunu ve İran dan geldiğini annesi Azeri olduğu için Türkçe konuşabildiğini bir çırpıda açıklayan bu adamla koyu bir muhabbete başlamanız pek de zaman almıyor.Konuşmanız bittiğinde tekrar buluşmak için sözleşiyorsunuz.Bir sonraki sefere eliniz boş gitmiyorsunuz mutfağa.İçten bir karşılık verme durumu söz konusu, o sizin için kahve yapıyor siz ona sigaranızdan ikram ediyorsunuz.Aynı katta oturduğunuz için ara sıra koridorda da karşılaşıyorsunuz onunla,hal hatır ediyorsunuz ve bu böyle devam ediyor.

Sonra başka bir İranlı ile karşılıyorsunuz,yakın bir arkadaşınızın bitirme projesini hazırladığı ofis de çalışıyor.Siz dışında herkesle (Avusturyalılar) samimi olmak için kıçını yırttığını ama size karşı hep mesafeli davrandığını gözlemliyorsunuz.Avrupa şampiyonası maçlarında önce yanağına Avusturya bayrağı çizdirdiğini ,Türkiye-Almanya maçı sırasında ise yanağında Almanya bayrağını görüyorsunuz.Dahası Almanya gol atınca onlardan biriymişçesine seviniyor.Anlam veremiyorsanız çünkü sizin en yakın arkadaşınız bir alman ve o bile onun kadar sevinmiyor.Bu elemanın adı aslında “B” olsa da sırf illa kendinizi ona bir kulp takmaya zorladığınızdan olsa gerek,tipini biraz “inek şaban” benzetip,bundan sonra onun için bu adı kullanmaya başlıyorsunuz.


Komşuluk


Yeni taşındığınız yurdunuz da bir komşunuz var ve adı “T”,her akşam yüksek sesle tv izliyor.Ona çalıştığınızı” söyleseniz de sadece o akşam için sesi azaltıyor, ertesi akşam ise yine yüksek sesle tv izlemeye geri dönüyor.Bazen de kendisi mutfaktayken kapısını açtığı odasından bütün koridora yayın yapıyor.Sonra bir an geliyor ve arkadaşlarınızla bu eleman hakkında konuşurken adı değişiyor siz farkında olmadan artık ondan, ‘bulgar piçi’ diye bahsediyorsunuz.

Ya da bir arkadaşınızın Çinli bir komşusu var,anlattığı üzere çok pasaklı bir adam.Onun ismini bilmiyorsunuz çünkü arkadaşınız ondan ve sanki bütün diğer çinlilerden “..koduğumunun Çinlisi” diye bahsediyor.Belki başka Çinli tanımasanız aklınızda bu örnekten hareketle bütün Çinlilerin pis oldukları kalabilir.Oysa eski kaldığım yurttaki Çinli komşum Lee hiç öyle birisi değil di,ve üstelik halen daha Micha ile birlikte benim en iyi dostum olur.

Some of the austrians are friendly some of them not-but of course,we are all chosen

Döner-Kebap


Bir dönerciye gidiyorsunuz.Öğrenci olduğunuz için size 30 cent indirim yapıyor Sonra birisi size onun Konya’nın Kürtlerinden olduğunu söylüyor üzerine birkaç şey daha ekliyor.Ama siz bunlara kulak asmıyorsunuz,çünkü hikayesini çoktan ondan dinlemişsiniz.Her biri iyi birer okulda çocukları ile tanışmışsınız ve bazen o dükkanında olmadığı zamanlarda eşinden de aynı indirimi almışsınız.O sizin aklınızda kim nederse desin artık Abdullah Ağabey olarak kalıyor.

Derbi Heyecanı


Memleket hasretiniz depreşiyor.Derbi maçı izlemek için yanıp tutuşuyorsunuz.Gidebileceğiniz yerin tek bir kahve olduğunu ve oralıların pkk sempatizanları tarafından işletildiğinizi duyuyorsunuz.Bunu size söyleyen orada hiç bulunmamış olsa da kendinden emin bir ifade ile size "oranın bir Türk için tehlikeli olabileceğini söylüyor”.İçinizden ”kendi gözümle görmeden inanmam” derken dışarıdan ona neye dikkat edeceğinizi bilmeden “peki dikkatli olmaya çalışırım” diye cevap veriyorsunuz ve kahveye gidiyorsunuz.Maç başlıyor-bitiyor.Olağan dışı tek bir şey yok. Sonra size söylenenler aklınıza geliyor, ve siz bu söylenenlere her ne kadar artık bir anlam veremeseniz de kimden ve neden şüphe ettiğinizi bilmeden eve doğru yürürken bir şeylerden şüphe etmeye devam ediyorsunuz.

Son


İnsanlar arasında derinleşen bir iyi niyet kaybı söz konusu.(Bunun için isterseniz vahşi kapitalist sistemi suçlayıp John Perkins ile içinizi rahatlatın, Popper’in açık toplum önerilerini, Keynes modern iktisat kavramının,IMF ve Dünya Bankasına bakış açılarının yanlış anlaşıldığına inanıp,Soros’un aslında doğru bir adam olabileceği konusunda içinizde garip hisler uyansın veya biraz daha keskin davranıp yukarıdakilerin hiçbirini sınamadan çöpe atıp umudunuzu modern Marksiszm içerisinde aramaya koyulun ve Foucault okuyun-sonuncuyu gerçekleştirmek için ya doğuştan ya da sonradan zengin olmanız veyahut çok fakir doğup ermişlerlerden birinin size vakit ayırıp kütüphanenin yolunu göstermesi ve sizi orada sosyalizm bilincine varana kadar kilitli tutması gerekiyor)Bu yüzden aslında bir az daha çoğaltabileceğim bu örnekleri burada kesiyorum.Çünkü bir anlamı yok. Karşılaştığım bu durumları belli bir mantık çerçevesine oturtmanın bir anlam ifade etmeyeceğini çoktan kavradım.Kısaca “bunlar hayatın içinde olan şeyler, ister kanıksayın ister kafanızı takın,her şey her zaman sizin istediğiniz gibi olamaz” diye kabullendim.Biraz talihiniz varsa mümkün olan en az hasarla bunların içlerinden sıyrılmanız mümkün.Siz kendinizi bilmeyi ve kendiniz gibi olmayı başarın yeter.Ondan iyisi yok.

5


Dün otobüsle eve dönerken Çağlar tuttuğumuz balıkları aslında satabileceğimizi söyledi.Ben bunu daha önce hiç düşünmemiştim.Ama aklıma çabuk yattı ve kabul ettim. Çünkü çoktandır bizim evde taze de olsa artık kimse istavrit yemek istemiyor.

Biz ikimiz her gün Sarayburnun da balık avlıyoruz.Sabah 8 de buluşup akşam 7 ye kadar orada kalıyoruz.Benim bazen geç kaldığımda olur.Çoğunlukla Gülhane Parkı'nın içinden geçerek geldiğim için
ağaçlara , böceklere , kuşlara bakar dururum öylesine.

Çağlar benim geç kaldığıma kızmaz hiç.O hep dakik ve benden önce gelir.Bazen onun akşam ayrılırken , beni gözden kaybettikten sonra oraya geri döndüğünü düşünürüm. Bu yılın başında hazırlık sınıfında tanıştık.Yakın arkadaş olmamız uzun sürmedi.Eylül'ün ortasına kadar da beraberiz daha , sonra o Tuzla'ya ben ise Maslağa gidiyorum.

Bu sabah oltamın yanında bir kova ve kovanın içinde de naylon poşetler getirdim . Çağlar ise kova+poşetler ile birlikte bir de tas getirmiş.Böylece tuttuğumuz balıklardan canlı olanları tasa koyup tazeliklerini sergileyebileceğimizi düşünmüş.Elemanın ticari zekası var . Benim ise bir kaykayım ve karizmam var.

İyi bir gündü ve biz elimizde ki kovaları doldurduktan sonra , saat 7'ye doğru Harem iskelesinin yanına gittik.Sıraya giren arabalardan isteyenlere torbasını 5 milyondan balık sattık.Pazarlık yapmaya çalışanlara da yüz vermedik.Özellikle ben vermedim.Tok satıcı havası yarattım.Ağzımda sigaramla önümden geçen arabalara poz yaptım.

Saat 9'a doğru son kalan biraz balık ve bir küçükle Çapaya bir arkadaşımın evine gittik.Biraz takıldık.12 ye doğru Çağlar son otobüslerden biriyle eve döndü.Dönmeden önce yarın için balıkları Galata köprüsünün altında ki lokantalara satmaya karar verdik. Belki elimizi daha fazla para geçer , belkide geçmez.Umurumda değil.Ben nasılsa yarın evde değilim.

Ağustos 2003

Bölüm-6

Arka arkaya içtiği 7 kadeh rakının etkisiyle gevşemişti.Bu yüzden az önce doldurmuş olduğu 8. kadehe henüz dokunmamıştı, Elini çenesinin altına koymuş,gözlerini hafifçe kısmış oturuyordu.Dışarıdan bakan birisinin kolaylıkla “dalmış” diyebileceği bir hali vardı.Oysa o an için düşündüğü hiçbir şey yoktu.

Gözlerini sonuna kadar açtı,derince bir nefes aldı,tekrar kapadı,nefesini tuttu ve içinden 31 e kadar saymaya başladı.31 e gelince bıraktı.Hafifçe esnedi,esnerken eliyle ağzını kapatmayı unutmadı.Elini çektiğinde avucunun içindeki salyaları gördü,yarı açık ağzıyla (bu sırada gözleri tam açıktı) söylendi, ve elini pantolonun üstüne sürerek temizledi.

Aradan ne kadar zaman geçtiğinin farkında değildi ama bir an için kulağı radyodan gelen seslere takıldı.Yabancısı olmadığı tınılardı bunlar.Kim söylüyor acaba diye düşünürken Ümit Besen’in davudi sesi geldi kulağına.Ümit onun en sevdiği sanatçıydı.Bütün kasetlerini daha çıktığı ilk gün almış ve çoktan Ümit Besen Fan Club’e üye olmuştu.Gazeteler de çıkan bir çok röportajını okuduktan sonra onunla arasında pek çok ortak noktanın olduğunu fark ettiğinde,bunları bir liste haline getirip çalışma masasının karşısındaki duvara tam da “you should be working” yazısının yanına Ümit’in bir adet vesikalık fotoğrafıyla beraber yapıştırmıştı.Canı bir şeylere sıkıldığında,üzüldüğünde uzun uzun bu resme bakar derin düşüncelere dalardı.Hayallerinde bir gün onunla düet yapmak vardı.Bu yüzden geceleri herkes uyurken o casio orguyla besteler yapar, rüyasında da bir gün bu besteleri Ümitle beraber okuduğunu görürdü.

Gözlerin içi gülüyordu şarkıyı dinlerken,rakısına uzandı küçük bir yudum aldı,sevinçle ellerini çırptı ağzını şapırdattı.Sonrada radyonun sesini biraz daha açmak gerektiğini düşündü.

Radyo’nun olduğu tarafa doğrudan keskin bir bakış attığı sırada aralarında ki yürüyüş mesafesini göz kararıyla ölçüyordu. Mutfak tezgahının üzerinde duran radyoya ulaşmak için tabureye çıkması gerektiğini farkettiğinde ise,yürüme mesafesini taburenin yüksekliğine kafasından itare edip elde ettiği sonucun delegasyonunu incelemeye çoktan başlamıştı.Sonuçların lehine olmadığını farkettiğinde,"bugün kimse benim moralimi bir kez daha bozamıyacak" dedi.Tekrar büyük bir mücadelenin tam ortasında olduğunu hissetmişti.Bir yandan kendini olumlu düşünmeye zorlarken diğer yandan eğer tabureye çıkarsa,“bu kafayla” oradan düşmenin yüksek bir olasılık içerdiği gerçeğini reddemiyordu.

Yine gerilmişti,çünkü aleyhine olan işlerden nefret ederdi.Ama bir günde de 2 defa kafa üstü düşmeyi göze alamazdı.Makul olması gerektiğinin farkındaydı fakat acelede etmeliydi,şarkı bitte bitecekti.Bu yüzden tartışmaya açık düşüncelerinden sadece bir tanesini hayatında ilk defa aklın süzgecinden geçirmeden,(ki bu deneyimin sonradan onu sürrealizme yönlendirdiğine inanırdı) yerinden kalktı ve radyoya doğru yürümeye başladı.Taburenin önüne geldi.Üstüne çıktı.

Ve….

Nu-Metalin Yeni İlahlari



22 Jänner 2006

Radiance'dan inciler

nu metalin yeni ilahlari vol2


tarihin tozlu sayfalarindaki vol 1 nerde ben de bilmiom. pc nin ucra koselerinde kalmis olmalı. velhasıl vol 2 icin yapilan çekimlerde itiraf etmeliyim ki oldukça zor anlar yaşandı. hırçın gençler zaman zaman fotoğrafçıya saldırıp ışıkçıyı hırpalarken, belirli periyodlarda etraftaki çöp kutularını tekmelediler. soldan sağa doğru şu şekilde sıralanıyor karakterler:
kardinal emre, valentino ulvi, hisli erhan.



ONLAR İLLEGAL YAŞANTILARIN SINIRLARINDA DOLAŞAN,VAROLUŞLARINDA Kİ REDDEDİLİŞİ HİÇ İNKAR ETMEYEN BİR GRUPTU

ÖYKÜLERİ KISA ve ACISIZ OLDU