Kendi Yaşamının Seyircisi Olabilmek *

Herhalde şimdiye kadar birkaç yerde okumuşumdur : “İnsan aynı zamanda toplumsal bir varlıktır “

Şu ‘aynı zamanda’yı özellikle italik yazdım,çünkü sanırım insan,sürüleşmenin bir noktasından öteye geçtiğinde ‘aynı zamanda’ bölümünü gittikçe daha çok unutuyor.Günlük yaşamın sıradanlığı içerisinde artık erimeye yüz tuttuğunda,bu kez fazlasıyla toplumsallaşıp ‘aynı zamanda’ bir başka şey, üstelik çok önemli bir şey, yani kendisi olduğunu,olması gerektiğini göz ardı etmeye başlıyor.

Böyle bir göz ardı etme eyleminin tek sonucu ise,günü geldiğinde , gereksinim duyduğunda,insanın iç dünyasında sadece uçsuz bucaksız bir boşlukla karşılaşması. Montaigne’in deyişiyle ‘ kendi iç kalelerini kuramayanlar’ , günün birinde o iç dünyada sığınacak bir yer, bir güç kaynağı bulamaz oluyorlar.

Bu nedenle , kendi yaşamının da seyircisi olabilmek ve bunun için olabildiğince sık fırsat yaratmak,bana göre yaşamda olup bitenleri bilgece bir tutumlu karşılayabilmenin önkoşulu.
Çünkü ancak bu koşulu yerine getirebildiği takdirdedir ki insan, ‘ aynı zamanda bir toplumsal varlık’ olmanın gerçek anlamını kavrayabiliyor : Gerçek anlamda toplumsallaşmanın en sağlıklı yolu da , yaşamını aynı zamanda bir olarak kurgulayabilmekten geçiyor.

Üzerine düşünülmemiş, dürüstçe hesaplaşma konusu yapılmamış bir Ben ‘in toplumsallığı ,bir yanılsama olmanın ötesine geçemez.

Akla gelebilecek her şeye seyirci olmayı doğal karşılamak ama kendi yaşamımızın seyircisi olmayı genellikle hiç düşünmemek ; büyük bir olasılıkla , zaten o yaşamın içinde olunduğu düşüncesinden kaynaklanan bir tavır.Ne var ki bu, sahnedekilerin elbette sahneyi bir bütün olarak görememelerinden farksız bir durum. Oysa bunu yerine yapılması gereken ,insan kendisini zaman zaman yaşamının sınır boylarına çekmesi , olup bitenleri , bitmekte olanları hiçbiriyle özdeşleşmeksizin bir süre izlemesi.

Kendi yaşamı karşısında seyirci konumunu almak, insana her şeyden önce tüm yerleşik yargılarını, kökleşmiş düşüncelerini yeniden sınama fırsatını verir. Bu konumun ardından, bazı doğru sanılanların yanlış, bazı yanlışların da aslında doğru olduğu sonucuna varılabilir.
Değenler ve değmeyenler üzerine daha sağlıklı düşünülebilir.Ve belki de hepsinden önemlisi, güncelliğini ve önemini hiç yitirmeyecek bir konuya, yaşamın anlamına ilişkin olarak daha somut bakış açılarına ulaşılabilir.

Yaşamın anlamına gelince, kanımca bu konu ne fazla büyütülmeli ne de yaşamla bağlantısını kesecek ölçüde soyutlaştırılmalı.Bu bağlamda bilinmesi en önemli olan gerçek şu bence : Yaşamın genel anlamı diye bir şey yoktur, her yaşamın kendine özgü bir anlamı vardır ve o yaşamın sahibinin insan ve birey olmak adına asıl yapması gereken, yaşamın anlamını kendisiyle ilintisiz soyut düzlemlere sürüklemek değil,fakat kendine düzenleyebileceği yolculuklar aracılığıyla kendi yaşamının anlamına varabilmektir.

Kendi yaşamının yalnız yaşayanı değil, seyircisi de olabilmek , işte bunun için çok gerekli.

Bunu , son günlerde ben de yaptım.Yaşamakla ölmek arasında ciddi olarak bocaladığım bir geceyi izleyen günlerde.Aslında yapmadım fakat yapmaya zorlandım.Çünkü o saatleri dile getirdiğim yazımın hemen ardından, kendimi bir sevgi selinin içinde buldum.Tanıdıklarımdan ama pek çoğu da tanımadığım okurlarımdan oluk gibi akan sevgi mesajlarından oluşma bir sel. (Tanıdıklarımın bazılarına gelince, aksilik bu ya tam da o hafta yazımı okumayı kaçırmışlar!!!)

Bu selin gücüyle kıyıya itildim ve oradan yaşamımı seyre daldım

Ve aradan bir süre geçtikten sonra , şöyle demekte olduğumu fark ettim : Bir kez daha yaşamak elimde olsaydı eğer , noktasına virgülüne dokunmadan yine böyle yaşamayı seçerdim.

Ahmet CEMAL

Hiç yorum yok: