Göreceli Faşizm

Kaldığınız yurdun mutfağında yemeğinizi hazırladığınız bir sırada birisi ile tanışıyorsunuz.Adının “A” olduğunu ve İran dan geldiğini annesi Azeri olduğu için Türkçe konuşabildiğini bir çırpıda açıklayan bu adamla koyu bir muhabbete başlamanız pek de zaman almıyor.Konuşmanız bittiğinde tekrar buluşmak için sözleşiyorsunuz.Bir sonraki sefere eliniz boş gitmiyorsunuz mutfağa.İçten bir karşılık verme durumu söz konusu, o sizin için kahve yapıyor siz ona sigaranızdan ikram ediyorsunuz.Aynı katta oturduğunuz için ara sıra koridorda da karşılaşıyorsunuz onunla,hal hatır ediyorsunuz ve bu böyle devam ediyor.

Sonra başka bir İranlı ile karşılıyorsunuz,yakın bir arkadaşınızın bitirme projesini hazırladığı ofis de çalışıyor.Siz dışında herkesle (Avusturyalılar) samimi olmak için kıçını yırttığını ama size karşı hep mesafeli davrandığını gözlemliyorsunuz.Avrupa şampiyonası maçlarında önce yanağına Avusturya bayrağı çizdirdiğini ,Türkiye-Almanya maçı sırasında ise yanağında Almanya bayrağını görüyorsunuz.Dahası Almanya gol atınca onlardan biriymişçesine seviniyor.Anlam veremiyorsanız çünkü sizin en yakın arkadaşınız bir alman ve o bile onun kadar sevinmiyor.Bu elemanın adı aslında “B” olsa da sırf illa kendinizi ona bir kulp takmaya zorladığınızdan olsa gerek,tipini biraz “inek şaban” benzetip,bundan sonra onun için bu adı kullanmaya başlıyorsunuz.


Komşuluk


Yeni taşındığınız yurdunuz da bir komşunuz var ve adı “T”,her akşam yüksek sesle tv izliyor.Ona çalıştığınızı” söyleseniz de sadece o akşam için sesi azaltıyor, ertesi akşam ise yine yüksek sesle tv izlemeye geri dönüyor.Bazen de kendisi mutfaktayken kapısını açtığı odasından bütün koridora yayın yapıyor.Sonra bir an geliyor ve arkadaşlarınızla bu eleman hakkında konuşurken adı değişiyor siz farkında olmadan artık ondan, ‘bulgar piçi’ diye bahsediyorsunuz.

Ya da bir arkadaşınızın Çinli bir komşusu var,anlattığı üzere çok pasaklı bir adam.Onun ismini bilmiyorsunuz çünkü arkadaşınız ondan ve sanki bütün diğer çinlilerden “..koduğumunun Çinlisi” diye bahsediyor.Belki başka Çinli tanımasanız aklınızda bu örnekten hareketle bütün Çinlilerin pis oldukları kalabilir.Oysa eski kaldığım yurttaki Çinli komşum Lee hiç öyle birisi değil di,ve üstelik halen daha Micha ile birlikte benim en iyi dostum olur.

Some of the austrians are friendly some of them not-but of course,we are all chosen

Döner-Kebap


Bir dönerciye gidiyorsunuz.Öğrenci olduğunuz için size 30 cent indirim yapıyor Sonra birisi size onun Konya’nın Kürtlerinden olduğunu söylüyor üzerine birkaç şey daha ekliyor.Ama siz bunlara kulak asmıyorsunuz,çünkü hikayesini çoktan ondan dinlemişsiniz.Her biri iyi birer okulda çocukları ile tanışmışsınız ve bazen o dükkanında olmadığı zamanlarda eşinden de aynı indirimi almışsınız.O sizin aklınızda kim nederse desin artık Abdullah Ağabey olarak kalıyor.

Derbi Heyecanı


Memleket hasretiniz depreşiyor.Derbi maçı izlemek için yanıp tutuşuyorsunuz.Gidebileceğiniz yerin tek bir kahve olduğunu ve oralıların pkk sempatizanları tarafından işletildiğinizi duyuyorsunuz.Bunu size söyleyen orada hiç bulunmamış olsa da kendinden emin bir ifade ile size "oranın bir Türk için tehlikeli olabileceğini söylüyor”.İçinizden ”kendi gözümle görmeden inanmam” derken dışarıdan ona neye dikkat edeceğinizi bilmeden “peki dikkatli olmaya çalışırım” diye cevap veriyorsunuz ve kahveye gidiyorsunuz.Maç başlıyor-bitiyor.Olağan dışı tek bir şey yok. Sonra size söylenenler aklınıza geliyor, ve siz bu söylenenlere her ne kadar artık bir anlam veremeseniz de kimden ve neden şüphe ettiğinizi bilmeden eve doğru yürürken bir şeylerden şüphe etmeye devam ediyorsunuz.

Son


İnsanlar arasında derinleşen bir iyi niyet kaybı söz konusu.(Bunun için isterseniz vahşi kapitalist sistemi suçlayıp John Perkins ile içinizi rahatlatın, Popper’in açık toplum önerilerini, Keynes modern iktisat kavramının,IMF ve Dünya Bankasına bakış açılarının yanlış anlaşıldığına inanıp,Soros’un aslında doğru bir adam olabileceği konusunda içinizde garip hisler uyansın veya biraz daha keskin davranıp yukarıdakilerin hiçbirini sınamadan çöpe atıp umudunuzu modern Marksiszm içerisinde aramaya koyulun ve Foucault okuyun-sonuncuyu gerçekleştirmek için ya doğuştan ya da sonradan zengin olmanız veyahut çok fakir doğup ermişlerlerden birinin size vakit ayırıp kütüphanenin yolunu göstermesi ve sizi orada sosyalizm bilincine varana kadar kilitli tutması gerekiyor)Bu yüzden aslında bir az daha çoğaltabileceğim bu örnekleri burada kesiyorum.Çünkü bir anlamı yok. Karşılaştığım bu durumları belli bir mantık çerçevesine oturtmanın bir anlam ifade etmeyeceğini çoktan kavradım.Kısaca “bunlar hayatın içinde olan şeyler, ister kanıksayın ister kafanızı takın,her şey her zaman sizin istediğiniz gibi olamaz” diye kabullendim.Biraz talihiniz varsa mümkün olan en az hasarla bunların içlerinden sıyrılmanız mümkün.Siz kendinizi bilmeyi ve kendiniz gibi olmayı başarın yeter.Ondan iyisi yok.

5


Dün otobüsle eve dönerken Çağlar tuttuğumuz balıkları aslında satabileceğimizi söyledi.Ben bunu daha önce hiç düşünmemiştim.Ama aklıma çabuk yattı ve kabul ettim. Çünkü çoktandır bizim evde taze de olsa artık kimse istavrit yemek istemiyor.

Biz ikimiz her gün Sarayburnun da balık avlıyoruz.Sabah 8 de buluşup akşam 7 ye kadar orada kalıyoruz.Benim bazen geç kaldığımda olur.Çoğunlukla Gülhane Parkı'nın içinden geçerek geldiğim için
ağaçlara , böceklere , kuşlara bakar dururum öylesine.

Çağlar benim geç kaldığıma kızmaz hiç.O hep dakik ve benden önce gelir.Bazen onun akşam ayrılırken , beni gözden kaybettikten sonra oraya geri döndüğünü düşünürüm. Bu yılın başında hazırlık sınıfında tanıştık.Yakın arkadaş olmamız uzun sürmedi.Eylül'ün ortasına kadar da beraberiz daha , sonra o Tuzla'ya ben ise Maslağa gidiyorum.

Bu sabah oltamın yanında bir kova ve kovanın içinde de naylon poşetler getirdim . Çağlar ise kova+poşetler ile birlikte bir de tas getirmiş.Böylece tuttuğumuz balıklardan canlı olanları tasa koyup tazeliklerini sergileyebileceğimizi düşünmüş.Elemanın ticari zekası var . Benim ise bir kaykayım ve karizmam var.

İyi bir gündü ve biz elimizde ki kovaları doldurduktan sonra , saat 7'ye doğru Harem iskelesinin yanına gittik.Sıraya giren arabalardan isteyenlere torbasını 5 milyondan balık sattık.Pazarlık yapmaya çalışanlara da yüz vermedik.Özellikle ben vermedim.Tok satıcı havası yarattım.Ağzımda sigaramla önümden geçen arabalara poz yaptım.

Saat 9'a doğru son kalan biraz balık ve bir küçükle Çapaya bir arkadaşımın evine gittik.Biraz takıldık.12 ye doğru Çağlar son otobüslerden biriyle eve döndü.Dönmeden önce yarın için balıkları Galata köprüsünün altında ki lokantalara satmaya karar verdik. Belki elimizi daha fazla para geçer , belkide geçmez.Umurumda değil.Ben nasılsa yarın evde değilim.

Ağustos 2003

Bölüm-6

Arka arkaya içtiği 7 kadeh rakının etkisiyle gevşemişti.Bu yüzden az önce doldurmuş olduğu 8. kadehe henüz dokunmamıştı, Elini çenesinin altına koymuş,gözlerini hafifçe kısmış oturuyordu.Dışarıdan bakan birisinin kolaylıkla “dalmış” diyebileceği bir hali vardı.Oysa o an için düşündüğü hiçbir şey yoktu.

Gözlerini sonuna kadar açtı,derince bir nefes aldı,tekrar kapadı,nefesini tuttu ve içinden 31 e kadar saymaya başladı.31 e gelince bıraktı.Hafifçe esnedi,esnerken eliyle ağzını kapatmayı unutmadı.Elini çektiğinde avucunun içindeki salyaları gördü,yarı açık ağzıyla (bu sırada gözleri tam açıktı) söylendi, ve elini pantolonun üstüne sürerek temizledi.

Aradan ne kadar zaman geçtiğinin farkında değildi ama bir an için kulağı radyodan gelen seslere takıldı.Yabancısı olmadığı tınılardı bunlar.Kim söylüyor acaba diye düşünürken Ümit Besen’in davudi sesi geldi kulağına.Ümit onun en sevdiği sanatçıydı.Bütün kasetlerini daha çıktığı ilk gün almış ve çoktan Ümit Besen Fan Club’e üye olmuştu.Gazeteler de çıkan bir çok röportajını okuduktan sonra onunla arasında pek çok ortak noktanın olduğunu fark ettiğinde,bunları bir liste haline getirip çalışma masasının karşısındaki duvara tam da “you should be working” yazısının yanına Ümit’in bir adet vesikalık fotoğrafıyla beraber yapıştırmıştı.Canı bir şeylere sıkıldığında,üzüldüğünde uzun uzun bu resme bakar derin düşüncelere dalardı.Hayallerinde bir gün onunla düet yapmak vardı.Bu yüzden geceleri herkes uyurken o casio orguyla besteler yapar, rüyasında da bir gün bu besteleri Ümitle beraber okuduğunu görürdü.

Gözlerin içi gülüyordu şarkıyı dinlerken,rakısına uzandı küçük bir yudum aldı,sevinçle ellerini çırptı ağzını şapırdattı.Sonrada radyonun sesini biraz daha açmak gerektiğini düşündü.

Radyo’nun olduğu tarafa doğrudan keskin bir bakış attığı sırada aralarında ki yürüyüş mesafesini göz kararıyla ölçüyordu. Mutfak tezgahının üzerinde duran radyoya ulaşmak için tabureye çıkması gerektiğini farkettiğinde ise,yürüme mesafesini taburenin yüksekliğine kafasından itare edip elde ettiği sonucun delegasyonunu incelemeye çoktan başlamıştı.Sonuçların lehine olmadığını farkettiğinde,"bugün kimse benim moralimi bir kez daha bozamıyacak" dedi.Tekrar büyük bir mücadelenin tam ortasında olduğunu hissetmişti.Bir yandan kendini olumlu düşünmeye zorlarken diğer yandan eğer tabureye çıkarsa,“bu kafayla” oradan düşmenin yüksek bir olasılık içerdiği gerçeğini reddemiyordu.

Yine gerilmişti,çünkü aleyhine olan işlerden nefret ederdi.Ama bir günde de 2 defa kafa üstü düşmeyi göze alamazdı.Makul olması gerektiğinin farkındaydı fakat acelede etmeliydi,şarkı bitte bitecekti.Bu yüzden tartışmaya açık düşüncelerinden sadece bir tanesini hayatında ilk defa aklın süzgecinden geçirmeden,(ki bu deneyimin sonradan onu sürrealizme yönlendirdiğine inanırdı) yerinden kalktı ve radyoya doğru yürümeye başladı.Taburenin önüne geldi.Üstüne çıktı.

Ve….